Elanor büyükannesine neler olduğunu anlamıyordu. Büyükannesi her şeyi unutmaya başlamış.
Elana annesine sordu:" büyük annemin nesi var?
Eskiden düzenle bir insandı.
Şimdi ise her şeyi unutan aklı karışık bir insan olmaya başladı.
Elanın annesi:" Büyükannesinin yaşlandığını ve sevgiye şimdi daha çok ihtiyacı olduğunu söyledi.
Elanor:" yaşamak nasıl bir şey her yaşanan unutkanım oluyor ben de mi böyle oldu can diye sordu
Annesi yaşlanan herkes unutkan olmaz. Büyük anneni s Alzheimer hastalığına yakalandı sanıyoruz ve onun için bu kadar unutkan. Büyükannenin bakımı götürmek zorunda kalabiliriz dedi
Bu fikir eleonora çok üzdü. Ve annesine sorular sormaya başladı. Peki büyükannem küçük emine çok özlemez mi?
Annesi herhalde evini özleyecektir, ama yapılabilecek bir şey yok.
Annesi onu hafta sonları günü görmeye gider ne armağanlar görürüz dedi.
Elanor gülümsedi, dondurma götürebiliriz büyükannem çilekli dondurma bayılır.
Tamam, çilekli dondurma götür dedi
Elanor büyük annesini ziyaret ettiğinde ağlamamak için kendini zor tuttu.
Büyük annesine sarıldı; bak büyükanne sana bir armağan getirdim. Dedi
Çilekli dondurma senin en sevdiğin…
Büyükannesi söz etmeden kutuyu ve kaşığı elini alıp dondurma yemeye başladı.
Elaonar düş kırıklığına uğramıştı sanki onu tanımadığını düşünüyordu.
Annesi zamana bırak bırakması gerektiğini ve yeni atmosferine alışması gerektiğini söyledi.
Ama her ziyaretlerinde her şey aynıydı.
Bir gün elenor büyükannesine; benim kim olduğumu biliyor musun? diye sordu
Büyükanne sen dondurma getiren kısın dedi
Elano evet ama ben gelemiyorum. Senin torunun beni hatırlamıyor musun? dedi.
Büyükannesini yüzünde bir gülümseme belirdi.
tabiki hatırlıyorum sen bana dondurma getir kızsın.
Eleno büyükannesinin onu artık tanıyamamağını anladı.
Büyük annesine onu ne kadar çok sevdiğini söyledi.
Ve o sırada büyük annesinin yanından bir damla yaş süzüldü.
-“Sevgi” dedi. Sevgi anımsıyorum.
Annesi babaannesini tek ihtiyacı olan şeyin sevgi olduğunu söyledi.
Elanor her hafta sonu dondurma getireceğine ve hatırlamazsın bile boynuna sarılı can söyledi.
Ne de olsa sevgi anımsamak birinin isminin anımsamaktan daha önemliydi.
Günün birinde çiçekle, su karşılaşır ve arkadaş olurlar.
Çiçek ve suyun çok güzel arkadaşlığı olur.
Çiçek o kadar mutlu olur ki mutluluktan içi içine sığmaz ve suya âşık olur.
Çiçek yaşadığı aşk aşktan güzel kokular saçar.
Öyle bir zaman gelir ki artık suda su ve suda çiçeğe âşık olmuştur.
Günler ve aylar kovalar çiçek acaba su beni seviyor mu? diye düşünmeye başlar.
Çünkü çiçek su ile ilgilenmez. Çiçek bu kadar sevgiye alışkın olmadığı için artık dayanamayacak duruma gelir.
Çiçek suya seni seviyorum der.
Suda ben de seni seviyorum der.
Aradan uzun bir zaman geçer.
Çiçek sabırlıdır bekler bekler…
Artık çiçek öyle bir hale gelir ki etrafa koku saçamaz olur ve son kez suya “seni seviyorum” der.
Suda söyledim; ya ben de “seni seviyorum” der
Çiçek en sonunda yataklara düşer hastalanır.
Rengi solmuş çehresi sararmıştır.
Suda başında bekler ,çiçeğin sevdiğine yardımcı olmak için.
Artık çiçek ölecektir ve son kez zorluklarla başa döndürerek suya derki:
Ben seni gerçekten seviyorum
Su bu durum karşısında çok üzülür.
Su son çare olarak bir doktor çağırır.
Doktor gelir çiçeği muayene eder,
- Doktorları artık elimizden bir şey gelmez der.
Su merak içinde sorar sevgilisinin ölüme sebep olacak olan hastalığı nedir diye sorar
Doktor şöyle bir bakar su ya eder ki:
Bu çiçek sadece susuz kalmış
Anlamıştır artık su sevgi sadece seni seviyorum demek yetmemektedir.
Günlerden bir gün kırlangıç bir adama aşık olmuş.
Adamın penceresine konu adama şöyle demiş.
Ben seni çok seviyorum lütfen pencereyi aç ben içeri al birlikte yaşayalım.
Adam:" olmaz aramam sen bir kuşsun hiçbir kuş adama âşık olur mu?
Kırlangıç bir süre sonra tekrar gelmiş; lütfen pencereyi açıp beni içeri al ,birlikte yaşarız hem ben sana dost ve arkadaş olurum.
Hem ben sana dost ve arkadaş olurum canında sıkılmaz birlikte yaşar gideriz.
Adam cümlesini yenileyerek:
-“Olmaz alman git başımdan.”diye cevap vermiş
Kırlangıç: “ Üçüncü ve son defa penceresinin önüne konuş ve söyle demiş.
Lütfen beni içeri al artık havalar çok soğudu dışarıda kalamam.
Artık soğuklarda başladı dışarıda kalamam biliyorsun ben sıcak havalarda yaşayabilirim sadece...
Ben içeri almazsan, sıcak ülkelere gitmek zorunda kalırım.
- Lütfen beni içeri al burada kalayım.
Birlikte yemek yer omzuna konar ,seni neşelendirir sana arkadaşlık ederim.
Hem bende yalnızım.
Adam git derhal başımdan ben yalnız kalırım. demiş ve kuşu konmuş.
Kırlangıç bunun üzerine üzüntülü bir şekilde uçmuş uzaklara gitmiş.
Kırlangıç gittikten sonra adam düşünmeye başlamış.
Adam : “Ne kadar aptal olduğunu ve ne kadar akılsız bir adamım diye kendini sorgulamaya başlamış.”
Çok pişman olmuş fakat iş işten geçmiş.
Kendi kendini teselli edebilmek için nasıl olsa havalar sıcak olunca; kırlangıç yine gelir bende onu içeri alırım mutlu bir hayat süreriz, demiş.
Penceresine açarak hep beklemiş.
Yazın gelmesiyle kırlangıçlar gelmeye başlamış
Ama adamın kırlangıcı gelmemiş
Yazının sonuna kadar iş penceresine kapatmadan kırlangıcın gelmesini beklemiş ama nafile kırlangıç yine gelmemiş.
Gelen kırlangıçlara sormuş, o kırlangıca ne oldu? diye
Hiç kimseden haber alamamış.
Sonunda halini danışmak için bir bilgiye gitmiş yaşadıklarını bilgi anlatmış.
Bilgi kırlangıçların ömrü 6 aydır demiş.
Hayatta bazı fırsatlar vardır. Ömründe bir defa eline geçer ve değerlendirmesen uçup gider. Hayatta bazı insanlar vardır. Ömründe bir kez karşına çıkar ve farketmez sen değerini bilmezsen uçup gider.
Ve asla geri gelmezler.
Dikkatli olun farkında olun.
Önünüze çıkan fırsatları kaçırmayın.
Yaşlı bir marangozun emeklilik çağı gelmişti. İşveren müteahhidine, çalıştığı konut yapım işinden ayrılmak ve eşi, büyüyen ailesi ile birlikte daha özgür bir yaşam sürmek tasarısından söz etti. Çekle aldığı ücretini elbette özleyecekti. Emekli olmak ihtiyacındaydı, ne var ki.
Müteahhit iyi işçisinin ayrılmasına üzüldü. Ve ondan, kendine bir iyilik olarak, son bir ev daha yapmasını rica etti. Marangoz kabul etti ve ise girişti, ne var ki gönlünün yaptığı iste olmadığınıgörmek pek kolaydı. Baştan savma bir işçilik yaptı ve kalitesiz malzeme kullandı. Kendini adamış olduğu mesleğine böyle son vermek ne talihsizlikti! İşini bitirdiğinde, işveren, evi gözden geçirmek için geldi. Dış kapının anahtarını marangoza uzattı. “Bu ev senin” dedi, “sana benden hediye”. Marangoz soka girdi. Ne kadar utanmıştı!
Keşke yaptığı evin kendi evi olduğunu bilseydi! O zaman onu böyle yapar mıydı! Bizim için de bu böyledir. Gün be gün kendi hayatımızı kurarız. Çoğu zamanda, yaptığımız işe elimizden gelenden daha azını koyarız. Sonra da, soka girerek, kendi kurduğumuz evde yasayacağımızı anlarız. Eğer tekrar yapabilsek, çok daha farklı yaparız. Ne var ki, geriye dönemeyiz.
Marangoz sizsiniz. Her gün bir çivi çakar, bir tahta koyar ya da bir duvar dikersiniz. “Hayat bir kendin yap tasarımıdır” demiştir biri. Bugün yaptığınız davranış ve seçimler, yarın yaşayacağınız evi kurar.
öyle ise onu akıllıca kurmak gerekmez mi?
Adam fısıldadı:
“ tanrım konuş benimle.”
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı:
“ tanrım konuş benimle.”
Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu.
Adam etrafına bakındı ve
“ tanrım seni görmeme izin ver” dedi.
Ve bir yıldız parladı gökyüzünde.
Ama adam farkına varmadı.
Ve yüksek sesle haykırdı:
“ tanrım bana bir mucize göster”
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.
Sonra çaresizlik içinde sızlandı:
“ dokun bana tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur! ”
Bir kelebek kondu adamın omzuna.
Ve adam kelebeği elinin tersiyle uzaklaştırdı.
HALİL CİBRAN
Üstada Sormuşlar;
Kırılan Kalp yine sever mi?
Üstat da “ Evet “ demiş…
Adam; Peki demiş üstadım,
“Sizi hiç kırılan bardaktan su içtiniz mi?”
Üstat da cevap vermiş;
“ Peki sen hiç bardak kırıldı diye, su, içmekten vazgeçtin mi?”
Necip Fazıl Kısa Kürek
Bir zamanlar üç bilge bir araya gelip dünyanın en kısa anayasası için bir araya geliyorlar. İnsanın hareketlerine ve davranışlarına hükmeden kanunu gösterilebilen kişi, dünyanın en bilge kişisi seçilecekti.
“Allah suçları cezalandırır” diye teklif etti bilgelerden birisi.
-tek cümleydi; kısa ve öz
Fakat diğerleri bunun bir kanun değil bir tehdit olduğunu söylediler ve istemediler.
Ve birinci bilgenin teklifi kabul edilemedi.
İkinci bilge:
-“Allah sevgisidir” dedi. Ama bu teklifte kabul görülemedi.
-Üçünü bilge ise şu teklifte bulundu.
“Kendinize yapılmasını istemediğiniz şeyi, başkalarına yapmayın.”ve ilave ederek; Kanun budur; gerisi yoruma kalmıştır.”
Tüm bilgeler de bu teklifi kabul etti ve bu teklifi sunan bilge zamanın en bilge kişisi seçildi.
Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı ciftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bitkin bakışları süzüyordu etrafını...
Ve Hâkimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hâkim...
"Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun."
Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra bas örtüsüyle ağzını aralayıp,
Kısılmış sesiyle konuşmaya başladı...
"Bu herif yetti gayri, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."
Sonra uzunca bir sessizlik hâkim oldu mahkeme salonunda...
Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yasanmış 50 yılın ardından...
Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti. Herkes onu
Dinliyordu. Yaslı kadının gözleri doldu...
Ve devam etti...
"Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim...
O bilmez...
50 yıl önceydi.
O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim...
Bir süre sonra çiçek
Kurumaya başladı. O zaman adak adadım...
Her gece güneş amcadan önce bir
Tas suyla suluycam onu diye...
İyi gelirmiş dedilerdi...
50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi...
Takı gecen geceye kadar...
O gece takatim kesilmiş.
Uyuyakalmışım...
Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim...
Hayatimi, umudumu herşeyimi verdim...
Ondan hiç bir şey göremedim.
Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim.
Onsuz daha iyiyim, yemin ederim."
Hâkim, yaşlı adama dönerek;
"Diyeceksin bir şey var mı baba" dedi.
Yaslı adam bastonla zor yürüdüğü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın
Utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hâkime yöneldi.
"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim...
Elifimi de orada tanıdım...
Sedefleri de...
Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim...
O çiçeklerle doludur bahçesi...
Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi...
İlk Evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm...
Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir,
Kötüleşir dedi. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi...
Hekimi,Pek dinlemedi, bizim hatun...
Lafım geçmedi...
O günlerde tesadüf bu çiçek
Kurudu...
Ben ona gece sularsan geçer dedim. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim...
O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek ben oldum...
Sanki...
Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yastaki bir adamdan beklenmeyecek
İfadelerle...
"Her gece O yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hâkim bey. Gecen gece de... Yaslılık. Ben de uyanamadım. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım. Sesimi çıkartamadım..."
O an Mahkeme salonunda herşey sustu...
Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi
Küçükken,annem bana hayatın sırrı mutluluktur,derdi.
Okulda 'Büyünce ne olmak istiyorsun?'diye soran hocaya:
-" Mutlu olmak istiyorum."dedim.
Hocam:
-Sen bu soruyu anlamadın" dediler.
"Asıl siz hayatı anlamamışsınız" diye cevap verdim."John Lennon
Delikanlı ile kız arkadaşı motorsikleriyle gezerken delikanlı kız arkadaşına ”şimdi ban sıkı sıkı sarıl ”Kız delikanlıya sıkı sıkı sarılır.Delikanlı ardından ”kaskımı alıp takarmısın başımı çok sıktı”Ertesi Gün gazetelerde şöyle bir haber çıkar.Motorsiklet fren arızası nedeniyle bir binaya çarptı iki kişiden biri öldü diğeri kurtuldu.
Ama işin aslı öyle değildi.
Yolun yarısında delikanlı frenlerin bozulduğunu anlamış ve bunu arkadaşına belli etmek istememişti.
Bunun yerine kızdan kendine sıkıca sarılmasını ve onu bir kez daha sevdiğini söylemesini istemişti.
Sonrada,
Ölüm pahasına kızın başlığı takmasını ve onun hayatta kalmasını sağlamıştı.
Bir hastane odası iki yatak ve hayatla ölüm arasındaki çizgide yaşamdan yana kalmaya çalışan iki kalp hastası.Yataklardan biri pencere önünde diğeri duvar dibinde.Pencere önündeki Sabahtan akşama kadar pencereden dışarı bakıp seyrettiklerini duvar dibinde birşey görmeden, aynı kaderi paylaşan birşey görmeyen hasta arkadaşına anlatıyor!
-Bugün deniz dünden daha durgun.Rüzgar hafif esiyor olmalı.Beyaz yelkenliler denizde belli belirsiz ilerliyorlar Kuğu gibi süzülüyorlar.
-Park mı? Ha, park henüz tenha.Salıncakların ikisi dolu ikisi boş.Geçen haftaki sevgililer yine geldiler.Elleri birlerinden hiç ayrılmıyor.Şimdi erkek kızın saçlarını okşuyor, ne kadar birbirlerine yakışıyorlar.
-Erguvanlar bugün çıldırmış öyle bir çiçek açmışlar ki etraf mora boyanmış.Erikler desen keza, tepeden tırnağa beyazlar giyinmiş.İşte Parkin neşesi çocuklar geldi.Ellerinde rengarenk Balonlar var ah kardeşim görmelisin.
Bu böyle sürüp giderken her gördüğünü anlatıp dururken ansızın bir kalp krizi geçirir pencere kenarındaki.Duvar dibinde düğmeya bassa doktoru çağırabilir ve belkide arkadaşı kurtulabilir.Ama ama yapıyor işte şeytan karışıyor işine.Arkadaşı ölürse pencere kenarı boşalacak ve kendisi oraya geçecek.Bugüne dek kulaklarıyla duyduğunu gözleriyle görecek ve duvar dibindeki düğmeye basmaz ve arkadaşı ölür.Ertesi gün duvar dibinde olan yatağını pencere kenarına taşırlar.Bekledği an gelmiştir artık yattığı yerden pencereden dışarı bakar.
Dışarıda Kapkara bir duvar işte hepsi bu kadar.
Günün birinde iki dost varmış her ikisi de çok iyimiş ama biri saf diğeri ise kurnaz ve açık gözlüymüş.Açık gözlü olan dostun şirketi batmış ve dostundan para istemiş bana borç para verir misin dostu nedemek sen benim en iyi dostumsun demiş ve bütün servetini vermiş.Aradan günler geçmiş açık göz olan işelrini büyütmüş işlerinde ilerlemiş ve dostunun yanına gitmiş senden birşey isticeğim senin nişanlının çok beğeniyorum bana onu verir misin demiş saf olan o benim nişanlım ama sen benim en iyi dostumsun demiş ve veririm demiş ve vermiş.aradan aylar geçmiş bu saf olan sostun bir gün işleri bozmuş ve dostunun yanına gitmiş ve ondan iş istemiş en iyi dostu ona iş vermemiş tabi bizim saf olan dostumuz biraz ezilip büzülmüş ve dışarı çıkmış yolda yaşlı bir adam oğlum çok hastayım bana şu reçetedeki ilaçları alır mısın demiş ve cebindeki son para ile adamın ilaçları almış ertesi günü bir avukat dün ilaçlarını aldınız yaşlı adam öldü ve tüm mal varlığını size buraktı demiş çocuk yaşırmış ama bu serveti kabul etmiş çünküihtiyacı vardı buna.
işlerini yoluna koydu ve tam arkadaşının şirketinin karşısına bir ev aldı niyeti sadece en iyi dostunu görebilmekti.birgün kapısına yaşlı bir teyze geldi oğlum çok acıktım bana yemek verir misin dedi adamda teyze veririm ama bir şartla benim yanımda çalışır mısın hem bana yardım edersin hemde karnın doyar teyze kabul eder aradan 3 sene geçer kadın ona oğlum artık senin evlenme çağın geldi artık sana bir eş lazım demiş çocuk bu duruma kabul etmiş tamam teyze tanıdığın biri varsa evleneyim demiş kadın bizim orda çok iyi bir aile kızı var seni onunla başgöz edelim demiş ve en iyi arkadaşına nikah davetisesinden bir tanede ona yollar.ve düğün günü gelip çattığında çocuk mikrofonu eline alıp dostlar size bir diyeceğim var günün birinde benm en iyi dostum varda bir gün işleri battı benden para . istedi bütün mal varlığımı ona verdim benden nişanlımı istedi gözümü kırpmadan ona verdim işlerim bozuldu yanına gittim iş istedim bana sana burda iş yok dedi ve diğer dost kapıdan içeri girdi misafirler size bir diyeceğim var dedi işleim battı ondan borç para istedim verdei bende ona sonra parasını geri verdim nişanlısını istedin çünkü nişanlısı ona göre bir kız değildi yolda karşına bir adam çıktı ona parasını verdi o beim babamdı kapısa bi teyze gitti ondan yemek istedi o benim annemdi evlenmek istedi evlenceği kızda benim kız kardeşimdir şimdi siz söyleyin GERÇEK DOST KİMDİR..!
Kıza bir partide rastlamıştı. Harika bir şeydi. O gün peşinde o
kadar delikanlı vardı ki. Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.
Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam
bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kefeye
oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından
konuşamıyordu.
Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı. "Ben artık gideyim" demeye
hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı. "Bana biraz tuz getirir
misiniz" dedi. "Kahveme koymak için." Yan masalardan bile şaşkın yüzler
delikanlıya baktı.. Kahveye tuz!.. Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan,
ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız
tadınız var" dedi..
Delikanlı anlattı: "Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz
kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç
eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben.. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam
bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz
kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. . Annemle babam hala o
deniz kenarında oturuyorlar.. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.."
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının.. Kız dinlediklerinden
çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar
özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini
arayan, evini sakınan biri.. Ev duyusu olan biri.. Kız da konuşmaya başladı..
Onun da evi uzaklardaydı.. Çocukluğu gibi.. O da ailesini anlattı. Çok
şirin bir sohbet olmuştu.. Tatlı ve sıcak..
..Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii..
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle
evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve
yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu.. Onun böyle sevdiğini
biliyordu çünkü.. 40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti.
"Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına.. Şöyle
diyordu, satırlarında.. "Sevgilim, bir tanem.. Lütfen beni affet. Bütün
hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir tek
kere yalan söyledim.. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?
Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan.. Sen
ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim.
Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana
gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan
vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok.. İşte
gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat.. Ama seni tanıdığım
andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan.
Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu
tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak,
seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim,
ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da."
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı. Lafı açıldığında
bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu.
Gözleri nemlendi kadının.. "Çok tatlı!.." dedi..
Biri Thales’e sorar.Sana göre dünyada biricik devamlı olan şey nedir?
-Ümit,diye cevap verir düşünür.Zira bizi en son bırakan budur.
-peki,öylese en kolay olan şey nedir?diye sorulunca;
-Başkasına nasihat vermek,diye karşılık verir.
Büyük Rus yazarı Turganyev soğuk bir akşamüstü evine doğru yola çıkmış.Yoldaki bir dilenci kendisinden para istemiş.Bütün ceplerinin kurcalayan Turganev,ne yazık ki hiç para bulamamış.
Bunun üzerine kendisine uzatılan soğuk elleri kendi elleriyle ısıtarak:
“Kusura bakma kardeşim sana verecek bir şeyim yok” demiş
Dilenci “ Verdiniz ya efendim,”demiş,”bana kardeşim dediniz ve ellerimi ısıttınız.
İngiliz Bernard Shaw ihtiyarlık döneminde evinin bahçesiyle uğraşmaya başlamış.Bir gün eşine ziyarete gelen bir misafir,yaşlı adamı o haliyle görünce tanıyamadı.
-Günaydın bahçıvan dedi
-“Siz San Bernard’ın yanında kaç senedir çalışıyor sununuz ?”diye sordu
-Kendimi bildim bileli
-Yalnız yiyeceğimi veriyorlar dedi
Yaşlı kadın bahçıvanın bu haline çok acımıştı.
-E ğer benimle çalışırsanız,size yiyecek ve giyecekle birlikte maaşta veririm. dedi
Bernard Snaw:
-Teşekkür etti ve ben bayan snow’a ömür boyu bağlıyım dedi
-Yaşlı kadın biraz kızararak
-Ama bu tutsaklıktan,kölelikten başka bir şey değil,dedi
-Bernard Shaw ise gülerek
-Hayır sayın bayan,dedi.Biz buna “evlilik” diyoruz.
Hayat her zaman göründüğü gibi değil; görünen hiçbirşey de olduğu gibi olmayabilir.
Bir kanarya soğuk bir kış gününde yiyecek bulmak için kanat çırpıp duruyormuş.Hava o kadar ayazmış ki minik kuş dayanamayıp karın üstüne düşmüş.Minik kuş çaresiz soğuk karın üstüne düşmüş.Minik kuş çaresiz ölümü beklerken oradan geçen bir inek kuşun üstüne pisletmiş.Kuş öyle bir silinlenmiş ki kanatları donmamış olsa kalkıp ineği dövecek.Bir de bakmış ki,pisliğin sıcaklığı ile kanatları çözülmüş,yaşama geri dönmüş.Öyle bir sevinçle ötüyormuş ki, oradan geçen bir kedi bunun sesini duymuş ve pisliği eşeleyip kuşu pişlikten çıkarmış.Kuş buna da çok sevinmişve kediye teşekkür edecekmiş ki,kedi onu yemiş!
Her zaman iyi geçinmeyen insanı düşmanın sanma,yardım ederim bahanesiyle yaklaşanada aldanma.
Bir İngiliz Aristokrat, ailesi ile beraber yaz tatillerini tabiatla geçirmek için İskoçya’nın uçsuz bucaksız kırlarına giderler.
Günlerden bir gün aristokratın oğlu köyün hemen yanı başındaki su birikintisinin dayanılmaz cazibesine kapılarak suya girer. Delikanlı, vücudunu serin su birikintisinin keyfine bırakmıştır ki dayanılmaz bir sancıyla bir anda ne olduğunu şaşırır.
Ayağına kramp girmiş, suyun üzerinde tutacak son gücünü de tükenmiştir. Panik halinde yardım çağırmaya başlamıştır. Suyun yakınlarında bir yerde, tarlasında çalışmakta olan bir köylü çocuğu, feryatları duyunca hemen işini bırakıp sesin geldiği tarafa koşar. Çırpınmakta olan bir yabancı gören köylü hemen suya atlayarak delikanlıyı boğulmaktan kurtarır. Oğlunu kurtaran genç köylüyü tanışıp evine davet eder. Sohbet sırasında cesur köylünün gelecekle ilgili planları sorulur.
“ Babası gibi çiftçi olacağınım” diye isteksiz cevap verir. Baba, vefa borcunu ödemenin yolunu bulduğunu düşünür.
“Başka bir şey mi olmak isterdin yoksa ?” diye sorulur.
-Genç köylü ise: “ Evet “ diye cevaplandırır.” Hep doktor olmak istediğini fakat böyle pahalı bir eğitimi babasının karşılayamayacağı söylenilir.
- İngiliz baba ise bütün eğitim masrafları kendi karşılayacağını söyler.
Genç köylü Fleming ‘in oğlu Londra’daki St.Mary’s Hospital Tıp Fakültesi’nde mezun olur ve tüm dünyaya adını penisilini bulan bilim adamı olarak duyurur. Bir süre sonra İngiliz aristokratın oğlu zatürree'ye hastalığına yakalanır. Onu kurtaran şey ise “ Penisilin!
Bu hikâyedeki adı geçen doktorun ismi Lord Randolp Churchill,oğlu adı,Sir Winston Churchill,onu kurtaran doktor ise Sir Alexander Fleming
M.Ö 5.yüzyılda yaşayan Lao-Tzu, insan davranışları konusunda ilginç yorumlarda bulunuyormuş:
-Bir insan, hayatta iken yumuşak ve şefkatlidir.
-Öldüğü zaman sertleşir ve katılaşır.
Bütün hayvanlar ve bitkiler, canlı iken hassas ve narindirler.
Öldükleri zaman solar ve kuru hale gelirler.
Bunun içindir ki; sertlik ve kuruluk, ölümün parçalarıdır.
Yumuşaklık ve narin ise, yaşamın belirtileridir.
Bir gün talebelerinden birini kumar oynarken yakalamış ve şiddetle azarlamış.
Talebesi;
-İyi ama ben çok az bir parasına oynuyordum, diye itiraz eder olunca Eflatun cevap vermiş:
-Ben seni kaybettiğin para için değil, kaybettiğin zaman için azarlıyorum, demiş.
Çok ünlü ve paralı bir iş adamı bir gün oğlunu karşına alır,şöyle der:
" Oğlum sana bir vasiyetim var.Beni ölünce çoraplarımla def edinmek istiyorum.der.Eğer beni çoraplarımla gömdürmezsen,yatak odamdaki ikinci çekmecede kapalı zarf var.O zarfı aç ve içinde yazılanları oku.
Aradan uzunca bir zaman geçer ve o gün gelir çatar, ünlü iş adamı vefat eder.İş adamının oğlu babasının vasiyetini yerine getirmek adına birçok farklı din hocasından fikir alır.Ancak,hiç kimse bu fikre sıcak bakmaz ve
" Dinimizce çorapla gömülmek uygun değildir," diyerek,bu konudaki talabi reddederler.
Ünlü iş adamını def edildikten sonra oğlu,babasının bahsettiği zarfı alır.
Zarfta aynen şunlar yazmaktadır:
" Bak oğlum,ben bu kadar zengin ve tanınmış bir iş adamı olduğum halde öteki dünyaya bir çift bile götüremedim.Yaşamdaki bu önemli gerçeği bilerek yaşa."
Anonim Hikaye
Benim yaşlandığımı düşündüğün gün
Sabırlı ol lütfen ve beni anlamaya çalış…
Yemek yerken üstümü kirletirsem… üzerimi değiştirecek gücüm yoksa.
Lütfen sabırlı ol. Benim sana bir şeyler öğretmek için seninle ilgilendiğim zamanları hatırla...
Seninle konuşurken, sürekli aynı şeyleri 1000 kere tekrarlıyorsam… sözümü kesme beni dinle.
Sen küçükken, uyuyana kadar sana aynı hikayeyi 1000 defa tekrar tekrar okumak zorunda kalıyordum.
Banyo yapmak istemediğimde;
Beni utandırma yada azarlama…
Seni banyoya götürmek için icat ettiğim küçük yöntemlerimi ve oyunlarımı hatırla…
Yeni teknolojiler karşındaki cahilliğimi görürsen… bana zaman tanı ve beni yüzünde alaycı bir gülümsemeyle izleme…
Bazı zamanlarda unutkan olursam yahut konuşmalarımızda ipin ucunu kaçırırsam…
lütfen hatırlamam için gerekli zamanı bana tanı…
eğer hatırlayamazsam, sinirlenme…
çünkü asıl önemli olan benim konuşmam değil, senin yanında olabilmem ve senin beni dinliyor olmandır.
Ben sana bir sürü şeyi nasıl yapacağını gösterdim…
İyi yemek yemeyi, iyi giyinmeyi… yaşamı göğüslemeyi…
Eğer birşey yemek istemezsem, baskı yapma bana. Ne zaman yemem yada yememem gerektiğini ben gayet iyi bilirim.
Ve yaşlı bacaklarım yürümeme izin vermediğinde...
… bana elini ver…
Tıpkı, benim sana ilk adımlarını atarken verdiğim gibi.
Ve bir gün artık daha fazla yaşamak istemediğimi söylediğimde… ve ölmek istediğimi…
kızma… Birgün anlayacaksın…
yaşımın; zevk alma değil artık idareten yaşama yaşı olduğunu anlamaya çalış,
Bir gün şunu anlayacaksın:
hatalarıma karşın hep senin için iyi olanı gerçekleştirmeye çabaladım ve
senin yolunu hazırlamaya çalıştım
Senin yanında olduğumda üzgün, kızgın yada güçsüz hissetme kendini.
Benim yanımda olmalısın, beni anlamalısın ve bana yardım etmelisin.
Yürümeme yardımcı ol… ve yolumu sabır ile, sevgi ile bitirmeme....
Benim için yaptıklarını, bir gülümseme ve senin için her zaman taşıdığım çok derin bir sevgi ile geri ödeyebilirim ancak.
Seni çok seviyorum oğlum/kızım….
Sıcak nemli bir günde evli genç bir kadın koltukta oturmuş, ziyaretine gittiği annesiyle buzlu çay içiyordu. Hayat, evlilik, hayatın yüklediği sorumluluklar ve yetişkinliğin getirdiği yükümlülükler hakkında konuşurlarken, anne bardağındaki buzları düşünceli bir şekilde birbirine tokuşturdu ve dönüp kızına ciddi bir bakış attı.
"Kız arkadaşlarını unutma" diye tavsiyede bulundu, çay yapraklarını bardağın dibine doğru daldırarak 'Yaşın ilerledikçe senin için daha önemli olacaklar, kocanı sevsen de, çocuklarını ne kadar çok sevsen de önemi yok, yine de kız arkadaşlarına ihtiyaç duyacaksın. Onlarla şu anda ve daha sonra bir yerlere gitmeyi ihmal etme, onlarla birşeyler yap ve kız arkadaşlarını hatırla onlar sadece arkadaşların değil, senin kardeşlerin, kızların ve diğer akrabaların aynı zamanda. Diğer kadınlara ihtiyaç duyacaksın' dedi.
"Ne kadar komik bir öğüt" diye düşündü genç kadın. 'Daha yeni evlenmedim mi ? Çift dünyasına yeni katılmadım mı? Artık ben evli kadınım. Tanrı aşkına, yetişkin bir kadınım, kız arkadaşlarına ihtiyaç duyan bir genç kız değilim. Eminim ki kocama ve aileme hayatımı harcamak, ihtiyaç duyduğum tek şey olacak'
Ama annesini dinledi ; kız arkadaşlarıyla iletişim kurmaya devam etti ve her geçen yıl buna daha çok vakit ayırdı. Yıllar geçtikçe , annesinin kendisine dediklerinin ne anlama geldiğini , bildiğini anladı Zaman ve koşullar değiştikçe ve kadın üzerindeki gizemini göstermeye başladıkça, kız arkadaşları, kendi hayatının başlıca dayanağı oldu.
Bu dünyada yıllarca yaşadıktan sonra işte öğrediğim şey :
Zaman geçiyor.
Hayat akıyor.
Mesafe ayırıyor.
Çocuklar büyüyüyor.
Aşk büyüyor ve azalıyor.
Kalpler kırılıyor.
Kariyerler son buluyor.
İşler geliyor ve gidiyor.
Ebeveynler ölüyor. Erkekler arayacaklarını söyleyip aramıyor.
Ama kız arkadaşlar hep oradalar, aranızda ne kadar zaman ve kaç km olduğu önemli değil. Bir kız arkadaş, hiçbir zaman ona ihtiyaç duyduğunuzdan daha uzak değildir. Yalnızlık vadisinde , yalnız ve kendiniz için yürümeniz gerektiğinde ,kız arkadaşlanız vadinin kenarında sizi alkışlayarak, sizin için dua ederek, sizi çekerek, vadinin sonunda kollarını açarak sizi bekliyor olacak.Bazen kuralları çiğneyecek ve yanında yürüyecek, ya da içeri gelecek ve seni dışarı taşıyacak. Benim kızım, kız kardeşlerim, annem, teyzelerim, yeğenlerim, kuzenlerim, bütün diğer ailem ve arkadaşlarım hayatımı koruyor. Dünya onlar olmadan aynı olmazdı ve tabi bende.
Kadınlık denen bu maceraya başladığımız zaman, önümüzde uzanan bu inanılmaz sevinçler ve kederler hakkında hiçbir fikrimiz yoktu, birbirimize ne kadar ihtiyaç duyduğumuz hakkında olmadığı gibi. Hergün hala birbirimize ihtiyaç duyuyoruz.
Bir gün bir kadın, evinin camından dışarı bakarken, kaldırımda oturan üç ihtiyar dikkatini çekmiş. Hemen dışarı çıkmış. Karın altında kaldırımda oturan üç ihtiyarın yanına yönelerek:
-“ Amca hava çok soğuk, üstelikte kar yağıyor, buyurun sizi eve davet edeyim ve size ikramda bulunayım demiş.
-İhtiyarlardan bir tanesi “Kızım eşin evde mi?”diye sormuş.
-Yardım sever genç kadın ,” Hayır, amca ancak akşam işten gelir,”demiş
İhtiyar adam ise; “ O halde biz o,eve gelince geliriz. Kocası olmayan kadının evine üç erkek olarak gelmek uygun olmaz kızım.
-“Yine de sağ ol,” demiş.Genç kadın evine gitmiş, akşam olmuş ve kadının kocası işten eve gelmiş.
Yardım sever kadın üç ihtiyarla ilgili olup bitene kocasın anlatmış.
-Kocası “Git bak bakalım ordaysalar çağır, içeri gelsinler. Üşümesinler,” demiş.
-Kadın cama doğru yönelmiş, üç ihtiyar kaldırımda oturduklarını görünce hemen dışarıya çıkmış ve üç ihtiyara yönelerek,
“ Amca, eşim ve kayınvalidem evde şimdi, gelmek ister misiniz?” demiş
Ortada oturan sakallı ihtiyar adam
“ O halde ancak birimizi seçmek zorunda içimizden birini seçmek zorundasınız, içeri girip eşine ve kayınvalidesine sormuş,
-“ Hangisi diye sormuş.”
Eşi ise “ Zenginlik demiş.
“ Zenginliği seçelim ki, artık çalışmayıp zengin olalım. Daha çok vakit geçirelim.” demiş.
Kayınvalidesi ise “ Başarı,” demiş, başarılı olunca para da gelir demiş.
-Genç kadın dışarıya çıkıp ne eşinin istediğini ne de kayın validesinin istediğini seçmemiş ve kendi fikri olan Sevgi adındaki yaşlı adamı seçmiş. Ve buyur etmiş.
Yaşlı ihtiyar amcaların üçü de ayaklanmış birden eve girmeye çalışmışlar.
-Kadın sormuş; Elbette ki üçünüz birden ama anlayamadığım, baştan üçünüze de gelin dediğimde içinizden ancak birinizi seçmemi istediniz, şimdi ise hepiniz aynı anda girmeye çalışıyorsunuz?
Bunun sebebi nedir?
-Eğer başarı veya zenginlik seçseydiniz sadece birimiz gelebilirdik; Sevgi ‘nin girdiği kapıdan hem başarı hem de zenginlik girer.”
Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden; her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat, ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, yenisi çıkıyordu karşısına. Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi. Bir gün onu mutfağa götürdü.
Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı.
Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı ve onu da bir tabağa koydu. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşaltı. Kızına dönerek sordu:
-Ne görüyorsun?
-Patates, yumurta ve kahve? Diye alaylı bir cevap verdi kızı.
-Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun.
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. Aynı şekilde, yumurtayı da incele. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü. En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamıştı:
-Bütün bunlar ne anlam geliyor baba?
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de ayni sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karsısında farklı tepkiler vermişlerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar su da kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş katılaşmıştı.
Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyun da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
-Sen hangisisin? Diye sordun kızına. Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?
Patates gibi yumuşatıp ezilecek misin?
Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın?
Yoksa kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?
Bir zamanlar, yaşlı bir kabile şefi kendisinden sonra kabilenin başına geçecek şef adayının ne kadar bilge olduğunu anlamak istedi.
Bunun üzerine her şef adayının iki çeşit yemek yapmasına karar verdi. Birinci yemek, dünyanın en güzel ve lezzetli, ikinci yemek de en kötü ve tatsız yemeği olmalıydı. Belirlenen günde, genç şef adayı yaşlı şefin önüne çok iyi pişirilmiş, harika derece de lezzetli bir inek dilli koydu.
Çeşitli sebzelerle süslenmiş bu yemek gerçekten çok lezzetliydi. Ertesi gün, genç adam yaşlı şefin önüne en kötü ve lezzetsiz yemeğini getirecekti.
Ama genç, yaşlı şefin önüne bir önceki günle tıpatıp aynı yemeği koydu;Dil! Bunun nedenini soran yaşlı şef, alacağı cevapla yerine geçecek adamın kendisinden daha bilge olduğunu anladı:“ Dünyanın en lezzetli şeyi dildir; çünkü hakikati dile getirip insanların iyiliği bulmasına yardım eder. Doğru sözler başka insanları doğru yola yöneltir ve onları cesaretlendirir.
Diller sevgi ve ahenk kelimeleriyle bütün köyümüzü bir arada tutar. Dil, dünyanın en tatlı şeyi olduğu gibi en kötü şeyi de olabilir.
Öfke ve yalan söyleyen diller insanları kırar, onları yanlışa yöneltir. Dilin söylediği yalanlarla bir toplum parça parça olur. Bütün silahlardan daha korkunç şekilde köyümüzü felakete sürükleyebilir.
Bülent avucunu açmış kendisine doğru elini uzatan adama ters ters baktı. Elli yaşlarında gösteren adam görmeye alıştığı hırpani kıyafetli dilencilere benzemiyordu. Üzerindeki giysiler eski fakat temizdi. Eli yüzü temiz ve sağlıklı görünüyordu.
"Sapa sağlam adam gidip çalışacağına, dileniyor belki benden daha zengindir" diye düşündü. Zaten canı çok sıkkındı bir de sinirlenmişti.
Alaycı bir ses tonuyla: Ekmek parası mı istiyorsun? diye sordu.
- Hayır, çikolata parası lazım!
Bülent'in kızgınlığı şaşkınlığa döndü. `Espri yeteneği olan dilencinin hali de başka oluyor` diye düşündü.
- Niye siz ekmek bulamayınca çikolata mı yiyorsunuz?
- Hayır. Ekmek bulamadığımız günler genellikle bulgur pilavı yeriz onu da bulamadıysak aç yatarız.
Bülent adamın ciddi mi konuştuğunu yoksa dalga mı geçtiğini anlayamamıştı.
- Bugün karnınız doydu üstüne tatlı mı istedi canınız?
- Fakirin canı mı olur ki tatlı istesin beyim.
- Bu bir kamera şakası mı yoksa sen iş bulamamış stendapçı mısın?
- Hiçbiri değil. Sadece fakirim. Bugün karımın doğum günü ona çikolata götürmek istiyorum.
- Doğum gününde yaş pasta alınır bildiğim kadarıyla.
- O bizim için değil zenginler için. Otuz yıllık evliliğimiz boyunca ona bir kez bile yaş pasta alamadım. Ama her doğum gününde mutlaka çikolata götürdüm. Çikolatayı çok sever.
Adamın söyledikleri Bülent'in dikkatini çekmişti. O akşam karısıyla kavga etmiş kapıyı çarpıp kendini sokağa atmıştı. Arabasına da binmemiş sahile kadar yürümüştü. Denizi seyretmek de onu rahatlatmamıştı. Oysa eskiden denizi seyrederken çok rahatlardı.
Dalgalar sıkıntısını alıp götürürdü. Fakat karısının evde ağlıyor olduğunu bildiği için olsa gerek hiçbir şey onu rahatlatmıyordu. Dilenciyle konuşurken biraz kafası dağılmıştı.
"Acaba söyledikleri gerçek mi yoksa uyduruyor mu" diye düşündü.
- Cebinde bir çikolata alacak para yok mu şimdi?
Bülent'in sorusu üzerine adam ceplerini boşalttı bir nüfus cüzdanından başka bir şey çıkmadı.
- Ben dilenci değilim. İşim yok. Günlük çalışırım ne iş bulursam yaparım. Fakat bu gün bütün gün iş aradım aksilik bu ya hiçbir iş bulamadım.
Bülent oturduğu bankı işaret ederek yer gösterdi.
- Oturun biraz dertleşelim bari dedi. Adam çekingen çekingen oturdu yanına.
- Yok, mu eşin dostun borç alacak akraban?
- Fakirin akrabaları da fakir olur beyim. Bulurlarsa kendi karınlarını doyururlar.
- Dilenecek kadar çok mu seviyorsun karını?
- Hem de çok seviyorum. OTUZ YILIMI AYDINLATTI BENİM.
- Hmm. Aşk hem de otuz yıl süren aşk. Hayret doğrusu! Aşkın ömrü en fazla üç yıl diyorlar oysa. Sen otuz yıldan bahsediyorsun.
- Evet. Geçen yıllar sevgimi azaltmadığı gibi artırdı.
- Söyle o zaman nedir evlilikte mutluluğun sırrı? Söylediklerine bakılırsa sen mutluluğun formülünü bulmuş gibisin.
- Ben ilkokulu bile bitirmedim. Öyle formül falan bilmem.
- Formül dediysem kimya formülü sormuyorum canım. Ben de altı yıllık evliyim. Sevdiğim kadınla evlendim fakat mutlu değilim. Sürekli kavga ediyoruz. Daha iki saat önce kapıyı çarptım çıktım. Evimiz arabamız işimiz gücümüz her şeyimiz var ama mutlu değiliz. Senin hiç bir şeyin yok ama mutlusun. Para mı acaba bizi mutsuz eden?
- Hiçbir şeyim yok mu? Hayır, benim her şeyim var. Benim karım her şeyim. Sevgilim eşim arkadaşım hayat yoldaşım. Hayatımı paylaştığım insandan daha değerli ve daha önemli ne olabilir ki dünyada? Sizin ev araba iş diye her şey dediğiniz şeylerdir aslında hiçbir şey olan.
- Öyle deme şu kadar varlığın içinde bile karım her şeyden şikayet ediyor. Bir de fakir olsam kim bilir ne olur?
- Altın tasın kan kusana faydası yoktur beyim. Sen kadın ruhunu hiç anlamamışsın. Hiçbir kadın iyi bir evde oturduğu her gün çeşit çeşit yiyecekler yediği için mutlu olmaz. Bir kadın kocasının her şeyi olduğunu bildiğinde ancak mutlu olur.
- Sizin mutluluğunuzun sırrı bu mu?
- Olabilir. Ben karıma değerli şeyler alamıyorum ama ona benim için ne kadar değerli olduğunu hissettiriyorum. O da çok mutlu oluyor.
- Bir kadına değerli olduğunu nasıl hissettirilir?
- Küçük kızı severek.
- Küçük kız mı? Hangi küçük kız?
- Yaşı kaç olursa olsun her kadının içinde hiç büyümeyen bir küçük kız vardır. O kızı ne kadar çok sever ne kadar çok mutu edersen o kadını da o kadar mutlu edersin.
- Nasıl yani?
- Küçük kız neleri sever nelerden hoşlanır bir düşünün. Küçük kızlar hep beğenilmek ilgi görmek isterler. Güzel olduklarını duymaya bayılırlar. Kendilerine prensesmiş gibi davranılmasını beklerler. Küçük kızlar hep prenses olmayı hayal ederler. Sürprizlerden hoşlanırlar. Biraz şımartılmak isterler. Sevilmek ve sevildiklerini hep duymak isterler. İltifata doymaz küçük kızlar. Öyle değil mi?
- Haklısın. Benim dört yaşımda bir kızım var. Adı Aylin. Her akşam boynuma sarılır "babacığım beni ne kadar seviyorsun?" diye sorar. Giysisini değiştirdiği zaman etrafımda "Baba güzel olmuş muyum?" diye sorar durur.
- Güzelsin demem de yetmez ona. " Harikasın prenses gibi olmuşsun" demeliyim. Dünyanın en güzel kızı demeliyim.
- İşte kadınlar bir ömür boyu bunu duymak isterler. Ben elli yaşındaki karıma böyle davranıyorum. Ömrümüz olur da doksan yıl da yaşarsak ben ona böyle davranmaya devam edeceğim. Ona "bebeğim" diye hitap ediyorum çok hoşuna gidiyor. "Bebeğim bana bir çay yapar mısın?" dediğimde çay yapmak için nasıl koşturduğunu görmelisiniz.
- Hiç kavga etmez misiniz siz?
- Kavga evliliğin tadı tuzu. Arada biz de tartışırız. Küsüp barışmanın tadı ayrıdır. Benim karım bir keçi kadar inatçıdır. Onunla barışmak için uğraşmak ayrı bir keyif verir bana.
- Benim eşim çok ciddi kadındır. Hiç küçük kız havası yok onda.
- Küçük kızlar büyüdükleri zaman artık sevgi ilgi istemeye utanırlar. En ciddi ya da en yaşlı kadının bile o küçük kız mutlaka vardır. Yeter ki sen o tatlı kızı sevindirmeyi mutlu etmeyi bil. Ve o küçük kızı asla aldatma. Yoksa bir daha sana güvenmez ve ne yaparsan yap hep kuşkuyla bakar. Küçük kızlar hem çabuk mutlu olurlar hem de çabuk kırılırlar. Çok narindir onlar. Hoyrat elleri sevmezler. Yumuşak dokunuşları severler.
- Bu tavsiyeni deneyeceğim. Fakat her zaman yapabilir miyim bilmiyorum. Bazen işlerim çok yoğun oluyor o zaman eve çok yorgun gidiyorum.
- Bu sadece bir bahane. O küçük kızı mutlu etmek dünyanın en kolay işi. Çoğu zaman birkaç tatlı söz yeterli olur. Sen o küçük kızı mutlu ettiğinde karşılığını fazlasıyla alırsın. Artık o seni rahat ettirmek için elinden gelen gayreti gösterir. Karısı mutlu olmayan erkek mutlu olamaz. Mutlu olmak isteyen erkek önce hayat arkadaşını mutlu etmelidir. Düşünsene somurtkan mutsuz sürekli söylenen biriyle yolculuğa çıksan ne kadar mutlu olabilirsin.
- Haklısın da bende bütün gün ailem için çalışıp yoruluyorum.
- Yine para yine dış sebepler. Evet, para önemli ve gerekli ama kadınlar para için erkekleri sevmezler. Para geçici mutluluklar verir. Kadınlar hediye almayı severler. Paran varsa hediye al tabi. Ama hediyeyle mutlu olmasını bekleme. Hediyenin yanına sevgini katmazsan hediyenin bir anlamı yoktur.
Benim hiçbir zaman çok param olmadı. Günlük kazandım günlük yedik. Bazen aç kaldığımız günler oldu. Hiçbir zaman karımın kulaklarına altın küpe takamadım ama her zaman aşk sözleri fısıldadım. Hiçbir zaman boynuna pırlanta gerdanlık alamadım ama hep öpücüklerle sevdim boynunu. Hiçbir zaman ona ipek elbiseler giydiremedim ama kendi bedenimle ipek elbise gibi yumuşacık sardım bedenini ve mutlu ettim onu.
Adam ayağa kalktı.
- Bana müsaade artık gitmeliyim karım merak eder. Sen de git evine küçük kızın gönlünü al belki o küçük kız şimdi evde ağlayıp duruyordur.
Bülent de ayağa kalktı. Kuvvetlice elini sıktı.
- Sizi tanıdığıma çok memnun oldum.
Elini bıraktı koluna girdi. Yolun karşısındaki pastaneyi gösterdi.
- Hadi gel eşin için şuradan çikolatalı pasta alalım dedi.
Pastayı aldılar. Adam hayatında ilk defa karısına yaş pasta götürmenin mutluluğuyla bin bir teşekkür ederek evinin yolunu tuttu.
Bülent de pastanenin yanındaki manavdan karısının en sevdiği meyvelerden aldı.
Evine geldiğinde karısı şişmiş gözlerle mutfak masasında oturmuş su içiyordu. Bülent hiç konuşmadan meyveleri büyükçe bir tabağa döküp yıkadı, sonra eşinin önüne koydu.
- Bunlar dünyanın en şanslı meyveleri dedi. İnci hiç konuşmadı.
- Sorsana "niye" diye...
İnci kızgın: - Niye? diye sordu.
- Çünkü dünyanın en güzel ve en tatlı kadının midesine gidecek dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. İnci şaşırmıştı. Bir anda yüzünün ifadesi yumuşamıştı.
- Bunlar senin sevdiğin meyveler senin için aldım.
- Hayret bir şey! Her zaman kendi sevdiğin meyveleri alırdın. Benim hangi meyveleri sevdiğimi iyi hatırlamışsın. Aslında bu beklediğim istediğim bir şeydi. "Bak senin sevdiğin meyveleri aldım."
- Ama şimdi kıymeti yok. Çünkü sana çok kırgınım meyve alarak gönlümü alamazsın.
- Özür dilerim seni kırdığım için.
Sonra Bülent yere diz çöktü.
- Cezam neyse razıyım. Ama bir tek şey istiyorum senden. Seni delice seven bu adamı senden mahrum etme. Bülent yere çömelmiş boynu bükük bir vaziyette çok komik görünüyordu.
İnci kıkır kıkır gülmeye başladı.
- Affetmek o kadar kolay değil. Bakalım hangi cezalara katlanabileceksin dedi.
Bülent işte o zaman ona muzip muzip bakan eşinin içinde sakladığı küçük kızı gördü. Bundan sonra her şey daha farklı olacak diye düşündü...
Sizler de aynı düşüncede misiniz?
"4" yaş: Babam her şeyi biliyor.
"5" yaş: Babam çok şeyi biliyor.
"6" yaş: Benim babam, senin babandan daha çok şey biliyor.
"8" yaş: Babam galiba bazı şeyleri biliyor.
"10" yaş: Babamın gençliğinde, her şey çok farklıymış.
"12" yaş: Aslında, babam bu konuda hiçbir şey bilmiyor.
"14" yaş: Babama kulak asma! O, artık çağ dışı kaldı.
"21" yaş: Babam mı? Aman Tanrım! O, hiçbir şeyden anlamaz.
"25" yaş: Babam bu konuda az da olsa bir şeyler biliyor. Ama o yaştaki insanın bu konuda bir şeyler bilmesi normal zaten.
"30" yaş: Bu konuda babamın fikrini alsak iyi olur. O kadar deneyimli ki...
"35" yaş: Babama sormadan hiçbir şey yapmasam iyi olacak.
"40" yaş: Acaba babam bu konunun nasıl üstesinden gelirdi? Ne kadar akıllı ve deneyimli bir insandı.
"50" yaş: Babamın yanımda olması ve bu konu hakkında fikir vermesini çok isterdim. Onun ne kadar akıllı olduğunu hiç takdir etmemişim. Oysa, ondan çok şey öğrenebilirdim. Meğer babam her şeyi biliyormuş.
Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi. Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:”Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil” dedi, “Ben yalnızım ve pek fazla gereksinimim yok.” Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine : “Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaslandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaslandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak” diyordu. Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp,bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki erkek de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar. Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar. Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.
Alıntı: e-psikoloji.com
Hastanenin bir koğuşunda üç kötürüm bulunuyordu. Bunlardan
koğuşa ilk gelen pencerenin önüne, ikincisi ortaya, üçüncüsü ise kapı
kenarına yatırılmıştı.
Ortadaki hasta iyimser bir adam olduğu için, neşeli konuşmalarıyla
ötekileri eğlendiriyor ve kaderlerini azaltmaya çalışıyordu.
Soğuk bir kış gecesi, pencerenin yanındaki hasta öldü. Onu kaldırdıktan
sonra ortadaki hastayı pencerenin önüne, kapının yanındakini de
ortaya yatırarak, boşalan yere yeni bir hasta getirdiler.
Pencerenin önüne alınan iyimser hasta, dışarıda gördüklerini anlatmaya
başladı.
Yol kenarındaki parkı, dev çınar ağaçlarını, cıvıldaşan kuşları
işlerine koşan insanları, neşeli çocukları ve karşı dağlardaki çiçek
dolu tarlaları uzun anlatarak, çaresiz durumdaki arkadaşlarını
rahatlatıyordu.
Adam kısa bir süre sonra, gelip geçenlere isimler takmaya başladı.
Öteki hastalar, artık sabah işe gidenlerin, seyyar satıcıların
ve akşam vakti yorgun argın eve dönenlerin öykülerini dinleye
dinleye, onları gözleri önünde canlandırıyordu.
Kısa bir süre sonra hastanenin ruha ağırlık veren havası dağılmış
ve türlü geçmek bilmeyen can sıkıcı saatleri tatlı öyküler doldurmuştu.
Bir gün ortadaki hastanın aklına bir fikir geldi.Eğer pencerenin
önündeki hastaya bir şey olursa oraya kendisi geçecek ve onun öyküleriyle görecekti.Bu düşünce günlerce kafasına yer etti.
Yattığı yer pencerenin önündeki hastaya bazen kalp krizleri geliyordu.Adam bu
durumda komodinin üzerindeki ilacına güçlükle uzanıyor ve odada hasta
bakıcı olmadığından ilacı kendisi alıyordu.
Bir gece,pencere önündeki hastaya yine bir kriz geldiğinde,ortadaki
hasta büyük bir gayretle doğrularak onun ilacını deviri verdi.Şişe
yere düşmüş ve paramparça olmuştu.Ertesi sabah,pencerenin önündeki
hastayı ölü buldular.Ve onu kaldırdıktan sonra,ortada yatan hastayı
cam kenarına geçirdiler.Adam göreceği manzaranın heyecanıyla dışarıya
baktığında beyninden vurulmuşa döndü.!
Pencerenin bir kaç metre ötesinde, simsiyah bir duvardan başka
hiç bir şey yoktu.
Çölde yolculuk eden iki arkadaşın yolculuğunun bir noktasında bir münakasa olur ve biri diğerine tokat atar.Tokadı yiyenin cani acır ama bir şey söylemeden kuma söyle yazar :
“Bugün en iyi arkadaşım beni tokatladı”.
Bir vahaya gelene kadar yürümeye devam ederler ve suya girmeye karar verirler. Tokadı yiyen bataklığa saplanır ve boğulmaya başlar ama arkadaşı kurtarır. Yâri boğulmadan kurtulduktan sonra bir tasa söyle yazar :
“Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı”.
Tokadı atan ve hayat kurtaran sorar : “Canını acıttığımda kuma yazdın neden şimdi taşa?”
Diğeri cevaplar : “Birisi canımizi yaktığında kuma yazmalıyız ki bağışlama rüzgârı silebilsin ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız ki hiç bir rüzgâr silemesin.
Narkisos ne kadar da yakışıklı bir delikanlıymış. Fakat genç kızların onu gördüklerinde neredeyse pencerelerinden atlamaya kalkışmaları ve diğer insanların ona söyledikleri övgü dolu sözler onu fazla etkilemiyormuş.
O zaten kendine aşık biriymiş. Bu yüzden küçümsediği insanlardan uzaklaşarak bir göl kenarında, bir kulübede yaşamaya başlamış. Her gün göle gidiyor ve gölün berrak suları içerisinde bakarak kendi yansımasını izliyormuş.
Bir gün böyle hayran hayran kendini izlerden suya düşmüş ve yüzme bilmediği için boğularak ölmüş. Bütün köy:
‘’Dirisini doyasıya göremedik, bari ölüsünü görelim,’’diyerek gitmişler.
Bakmışlar ki göl de şıpır şıpır ağlıyor. Göle şöyle demişler:
‘’Sen her gün onun güzelliğini izliyordu, sen niye ağlıyorsun?’’
Göl cevap vermiş:
‘’ Ne izlemesi? Ben onun gözlerinde kendimi izliyordum.’’
Bundan sonra bu gölde bir çiçek çıkmış, onun adı da Narkisos’muş. Bu bizim dilimize ‘Nergis ‘ olarak geçmiş ve bu şekilde kendini çok beğenen insanlara da ‘Narsist’ denmiş.
Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkende hüküm süren bir kral vardı.Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu,birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı.Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.Kralın bu arkadaşının ise başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
“Bunda bir hayır var!”
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar.Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor,krala veriyor,kral da ateş ediyordu.Arkadaşı muhtemelen tüfeklerinden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.Durumu gören arkadaşı her zamanki her zaman ki sözünü söyledi:
“Bunda bir hayır var!”
Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
“bundan hayır filan yok!”
“Görmüyor musun parmağım koptu?”Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra,kral insan yiyen bir kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyorlardı.
Yamyamlar onları elle geçirdiler ve köylerine götürdüler.Ellerini,ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar.Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar.Tam odunları tutuşturmya geliyorlardı ki;Kralın başparmağının olmadığını fark ettiler.Bu kabile,batıl inançlar nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyorlardı.Bu korkuyla,kralı çözdüler ve salıverdiler.Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde,kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştirdiğini anlayan kral,onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu.Hemen zindana koştu ve zindan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir anlattı:
“Haklıymışsın!” dedi.” Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.İşte bu yüzden,seni bu kadar uzun süre zindanda tutuğum için özür dilerim.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi.”
“Hayır” diye karşılık verdi arkadaşı.”Bundan da bir hayır var.”
“Ne diyorsun Allah aşına?” diye hayretle bağırdı kral.”Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindan da tutmanın neresinde hayır olabilir?”
“Düşünsene,ben zindan da olmasaydım,seninle avda olurdum,değil mi?Ve sonrasını düşünsene?”
Bir Kızılderili masalında denir ki; kâinatın yaratılışı tamamlanmış, sıra insana yaratmadan önce bütün varlıklara seslendi:
‘’İnsanlar hazır oluncaya kadar onlardan bir sırrı saklamak istiyorum. Bu sır onların mutluluğudur. Sizce bu sırrı nereye saklayalım?’’
Kartal söz aldı:
‘’Bana ver,Allah ‘ım onu aya götüreyim.’’
Yaratıcı, Hayır!’’ dedi, Bir gün gelir, oraya da giderler ve onu kolayca bulabilirler.’’
Yunus balığı,’’Onu okyanusların derinliklerine gömeyim, Allah’ım diye teklif etti. Yaratıcı,’’Orada da rahatlıkla bulabilirler,’’ dedi.
Aslan ormanın derinliklerini, koyunlar ıssız meraları önerdi; Allah, hiçbirinin önerisini kabul etmedi.
En sonunda köstebeğin önerisi geldi:
‘’Allah’ım bu sırrı insanların içine koy,’’dedi. Bu yüzdendir ki mutluluğu başka yerlerde da ararsa, her zaman mutsuz olmaktadır.
Bir gezgin uzak ülkelerin birisinde yolculuk ederken, bir ağacın altında oturmakta olan bir bilgeye rastlandı. Bilge kucağında bir torba anlamlı bir şekilde gülümsüyordu.
-“Niye gülümsüyorsunuz?” diye sordu gezgin.
-“Muzlar sayesinde hayatın anlamını keşfettim de ondan” diye cevap verdi bilge.
Bunu söylerken yanındaki torbasını açtı;
- “ Bu, vaktini tamamlamış bir hayatı simgeliyor.
-Zamanında kullanılmamış ve onun için artık geç.”
Daha sonra, torbasından yemyeşil bir muz çıkarıp gezgine gösterdi ve şöyle dedi:
-“ Bu da henüz vakti gelmemiş bir hayat ve doğru zamanı bekliyor.”
Son olarak da olgun bir muz çıkardı, soydu ve gezginle paylaştı:
-“ Bu da içinde bulunduğumuz zamanı simgeliyor. İnsan onu yaşamasını, onun için şükretmesini iyi bilmeli.
Bir adam İsa Peygamber ile cennet ve cehennem hakkında konuşmuş. İsa adama,”Gel” demiş, “sana cehennemi göstereyim.”Birlikte bir odaya girmişler, bir grup insan büyük bir tencerede pişmekte olan bir yemeğin çevresinde otuyormuş.
İnsanların hepsi de aç ve çaresizmiş. Her birinin elinde bir kaşık varmış, ama kaşıkların sapı o kadar uzunmuş ki, kaşığı yemekle doldursalar bile, bir türlü ağızlarına götüremiyorlarmış, Çektikleri ıstırap dayanılmazmış.
“Gel” demiş İsa peygamber bir süre sonra,” Seni şimdi de cennete götüreyim.”Bir başka odaya girmişler. Bu oda da diğerine benziyormuş. Ortada kaynayan yemek tenceresi, insanlar, aynı uzun
Saplı kaşıklar, Fakat herkes çok mutlu ve tokmuş.
“Anlayamadım”demiş adam,”Her şey birbirinin aynı, ama öteki odadaki insanlar mutsuzken, bu odadaki insanlar mutsuzken, bu odadakiler çok mutlu.”
İsa peygamber gülümsemiş.”Çok basit “demiş,”Bu odadakiler birbirlerini beslemeyi öğrendiler.”
Ann Landers
Öğretmen Debbie Moon’un birinci sınıf öğrencileri bir aile resmi üzerine tartışıyorlardı.Resimdeki erkek çocuğun rengi diğerlerinden farklıydı.
Çocuklardan biri onun evlat edinilmiş olabileceğini söyledi. Jocelynn adlı küçük kız ‘’ Ben bunun anlamını biliyorum çünkü ben de evlat edinilmişim’’ dedi.
Bir başka çocuk ‘’Evlat edinilmek ne demek?’’ diye sordu.
Jocelynn yanıt verdi: ‘’Annenin karnında değil, kalbinde büyümek demek.’’
George Dolan
Günlerden bir gün zengin bir baba oğlunu bir köye götürdü. Bu yolculuğun tek bir amacı vardı. İnsanların ne denli yoksul olabileceklerini oğluna göstererek, yaşadıkları zenginliğin değerini daha iyi anlamasıydı.
Çok yoksul bir uzak akrabalarının evinde bir gün ve bir gece geçirdiler. Yolculuk dönüşü baba oğluna sordu:
‘’ Orada gördüğün her şeyden sonra insanların ne kadar yoksul olabileceklerini anlamışsındır sanırım. Şimdi bizim zenginliğimizle onların fakirliklerini bir kıyasla bakalım.
‘’Bizim evde bir köpeğimiz var, onların dört tane vardı. Bizim evde çok büyük bir havuzumuz var. Onların ise içinde binlerce balığın oynadığı uçsuz bucaksız dereleri var. Bizim bahçelerini aydınlatan yıldızlar var. Bizim görüşümüz ön bahçeye kadar, onlar ise tüm gökyüzünü görüyor.
Ve babasının hayret dolu bakışları arasında devam etti:
‘’Teşekkürler baba, ne kadar yoksul olduğumuzu gösterdiğin için!’’
Bir gün okyanusta yol alan bir gemi kaza geçirerek battı.
Gemiden sağ kurtulan adamı, dalgalar küçük, ıssız bir adaya kadar sürükledi.
Adam ilk günler kendisini kurtarmasını için Allah’a yakardı ve yardım bulurum umuduyla ufka baktı. Ama ne gelen oldu, ne giden...
Daha sonra rüzgardan, yağmurdan ve zararlı hayvanlardan korunmak için ağaç dallarından ve yapraklardan bir kulübe yaptı.
Sahilde bulduğu gemiden arta kalan konserve, pusula gibi eşyaları bu kulübeye koydu.
Günler hep aynı şekilde geçiyordu.
Balık avlıyor, pişirip yiyor ve ufku gözlüyor, kendisini kurtarması için Allah’a dua ediyordu.
Bir gün tatlı su getirmek için yürüyüşe çıkmıştı, geri döndüğünde kulübesinin alevler içinde yandığını gördü.
Duman, dans ede ede göğe yükseliyordu.
Başına gelebilecek en kötü şeydi bu.
Keder ve öfke içinde donakaldı.
Şimdi bu ıssız adada, başını sokabileceği bir kulübe bile kalmamıştı.
“Allah’ım, bunu bana nasıl yapabildin?” diye feryat etti.
O geceyi keder ve üzüntü içinde geçirdi.
O kadar dua ettiği halde, başına bu olay geldiği için sitemler etti.
Ertesi sabah erken saatlerde, adaya yaklaşmakta olan bir geminin düdük sesiyle uyandı!
Bitkin adam kendisini kurtaranlara sordu; “Benim burada olduğumu nasıl anladınız?”
Cevap onu hem şaşırttı, hem de utandırdı: “Dumanla verdiğiniz işareti gördük!”
Canımızı sıkan, göz yaşlarımızı inci gibi döküveren olaylar sessiz bir kurtuluş çağrısı, bir mutluluk davetiyesi belki de...
İlk bakışta dayanılmaz gelen acı anlar, sonrasında kalbimizi kuş gibi hafifleten, ruhumuzu ısıtan tatlı tecrübelere dönüşüyor.
Aydınlıkta seçemeyeceğimiz bir ışık, karanlık basınca fenerimiz oluyor.
Keyfimiz yerindeyken burun kıvırdığımız tavsiyeler, yaslı anlarımızda imdadımıza yetişiyor.
İyilik hallerinde sırt çevirdiklerimiz, zor anlarda sırtımızı dayadıklarımız oluyor.
Hikayede yanan kulübenin dumanıyla kurtuluş umudunun yeşermesi gibi, yaşamımızdaki kırık dökükler, yıkıntı ve ziyanlar, kayıp ve yenilgiler yenilenmenin, yeniden doğuşun tohumlarını ekiyor aslında...
Acı, derinlerinde gizlenen tatlı hediyelerle dolu.
Yapmamız gereken, acıyla barışıp onu çözümlemek, gizlediği armağanı kalbimize buyur etmektir...
Yazı yazmak için okyanus sahillerine giden
bir yazar, sabaha karşı kumsalda dans eder
gibi hareketler yapan birini görür.
Biraz yaklaşınca , bu kişinin sahile
vuran denizyıldızlarını, okyanusa atan genç bir
adam olduğunu fark eder.
Genç adama yaklaşır:
- Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Genç adam yanıtlar;
- Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek.
Onları suya atmazsam ölecekler.
Yazar sorar;
- Kilometrelerce sahil , binlerce denizyıldızı var.
Ne fark eder ki?
Genç adam eğilir, yerden bir denizyıldızı
daha alır, okyanusa fırlatır.
- Onun için fark etti ama...
Kadın taksiye binmiş ve hava alanına gitmek istediğini söylemişti.
Sağ şeritte yol alırken siyah bir araba park ettiği yerden aniden yola, önlerine çıktı.
Taksinin sürücüsü çarpmamak için sert şekilde frene bastı.
Taksi kaydı, ama diğer arabaya çarpmaktan kıl payı farkla kurtuldu. Siyah arabanın sürücüsü ise camdan başını çıkarıp bağırmaya ve küfretmeye başladı.
Taksinin sürücüsü ise gayet sakin O'na gülümsedi ve içten bir şekilde el salladı.
Kadın bütün bu olanların şokunu yaşarken, taksi sürücüsünün tavrına daha da şaşırmıştı. Sordu:
- "Neden böyle davrandınız? Adam neredeyse arabanızı mahvedip ikimizi de hastanelik edecekti."
Taksi sürücüsü gülümsemeye devam ederek:
- "Çöp kamyonu kanunu" dedi.
Kadın:
- "Çöp kamyonu kanunu mu?" diye sordu, anlamamıştı.
Sürücü açıkladı:
- "Pek çok insan, çöp kamyonu gibidir. Her tarafta içleri çöp dolu olarak dolaşıyorlar; kızgınlığı, öfkeyi ve hayal kırıklığını biriktiriyorlar. Ancak, doldukça çöpleri bırakacak bir yere gereksinim duyuyorlar. Bu bazen ben, bazen de siz olabilirsiniz. Böyle bir durumda sadece gülümseyin, onlar için iyi şeyler temenni edin ve yolunuza devam edin. Onların çöpünü alıp iş yerinize, evinize veya sokaktaki diğer insanlara dağıtmayın."
Başarılı insanlar, çöp kamyonlarının günlerini mahvetmesine ve ellerine geçirmesine izin vermezler.
Hayat, sabahları pişmanlıklarla uyanmak için çok kısadır. Dolayısıyla size iyi davranan insanları sevin, iyi davranmayanlar için iyi temennilerde bulunun.
Hayat, "%10" onunla ne yaptığınız, "%90" onu nasıl alıp karşıladığınızdır...
Bencil yalnız olarak doğmuştu. Çok büyük sıkıntıları vardı yaşama gözlerini açarken... Aç, güçsüz ve çaresizdi. Fakat bunu anlatacak çok güçlü bir silahı vardı elinde, gözyaşları...Derken önce Şefkat daha sonra da Sevgi ile tanıştı. Her ikisi de onu hemen kollarına almışlar, giydirip ısıtmışlar, karnını doyurmuşlar, şarkılar söyleyip uyutmuşlardı. Onun tüm kaprislerine içten bir sıcaklıkla göğüs geriyordu onlar.Bencil şımarıktı. Onu dizginleyip uslandırmak oldukça güçtü. Bu yüzden bir süre sonra Eğitim devreye girdi.Bencil oldukça asiydi. Bir süre dirense de Eğitim'in tatlı dili ve nezaketi onu gitgide Eğitim'e doğru çekti. Ama yine de Bencil ara sıra ortadan kaybolup oyun denen eğlenceye kendini atıyordu. Artık ona benzeyen öteki bencillerle tanışıp arkadaşlık etmeye başlamıştı. Küçük Bencil, öteki bencillerle zaman geçirdikçe birlikte Neşe'yi ve Paylaşma'yı tanımaları fazla zaman almadı. Bencil, Sevgi, Şefkat, Eğitim ve Paylaşım'ın arasında büyümeye devam ediyordu. Onlarsa aralarında hep Mutluluk denen birinden söz ediyorlardı.
Bencil dayanamadı bir gün sordu Eğitim'e:
"Nedir mutluluk?"
Eğitim "Mutluluk senin içinde" dedi. "Yeter ki onu duyumsa. Öyle bir duyumsa ki çevrendekilere de yayılsın.
Yalnız unutma onu korumak biraz da senin elinde. Mutluluk biraz da çaba ve özveri ister. Ama inan bu hepsine değer."
Bencil o anda içinde mutluluğu duyumsadı. Sımsıcaktı ve hiç de sandığı denli uzakta da değildi. Mutluluk kendi içinde ve yanıbaşındaydı.
Başından bu yana hep tek başına olduğunu sanıyordu ama aslında hiç yalnız değildi. Özellikle Sevgi ve Şefkat onu hiçbir zaman yalnız bırakmamış, her zaman destek olmuşlardı.
Nasıl olup da şimdiye dek bunları düşünememişti. Şimdi Sevgi ve Şefkat'i içinde ta derinden duyumsuyordu. Öyle güzel bir duyguydu ki bu...
Bencil daha sonra öteki bencilleri ve paylaştıklarını düşündü. Neşelenmişti işte o an Eğitim'le göz göze geldiler.
Eğitim ona gülümseyerek "Artık senin benimle bu en son günün" dedi ve devam etti:
"Bencil, herşey için teşekkür ederim, eğitimini başarıyla tamamladın. Sen tanıdığım en başarılı öğrencimdin. Keşke herkes senin gibi olsa... Bundan sonra seni Yaşam'ın kollarına atıyorum artık sana 'İnsan' diyeceğiz."
İnsan hiçbir zaman Eğitim'i ve onun kendisine verdiklerini unutmadı. Yaşam'a koştu; artık aldıklarını tek tek yaşama verme zamanı gelmişti. Artık Paylaşma zamanıydı; Sevgi ve Şefkat ise onunla birlikte mutlulukla yaşamdaki öteki insanlara gülümsüyordu.
Alıntı: Bütün Dünya Dergisi
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar İlerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış.
Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve nerdeyse kavak ağacıyla aynı boya ulaşmış.
Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:
‘’ Sen kaç ayda bu hale geldin, ağaç?’’
‘’On yılda, ‘’ demiş kavak.
‘’ On yılda mı? Gülmüş ve çiçeklerini sağlamış kabak.
‘’Ben neredeyse iki ayda seninle aynı hizaya geldim bak!’’
‘’ Doğru, demiş ağaç,’’Doğru !’’
Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak önce üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğudukları arttıkça aşağıya inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:
‘’Neler oluyor bana, ağaç?’’
‘’Ölüyorsun,’’ demiş kavak
‘’Niçin ?’’
‘’ Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.’’
Zorunlu olmayan sayıları çöpe atın: yaş, kilo, boy. Doktorunuz düşünsün onları. Bunun için ücret alıyor sizden.
Sadece neşeli arkadaşlarınız olsun. Suratsızlar, negatifler sizi aşağı çeker.
Öğrenmeyi sürdürün: Bilgisayar, el sanatları, bahçecilik, ne olursa. Beyniniz atıl kalmasın. Atıl kafa, iblisin tezgahıdır. İblisin adı da, "alzheimer"dır.
Küçük şeylerden zevk almaya bakın.
Sık sık, uzun uzun, vargücünüzle gülün. Soluksuz kalıncaya kadar gülün.
Gözyaşları olacaktır. Katlanın, yas tutun, başka yaşantılara geçin.
Sevdiklerinizle doldurun çevrenizi; aile, kedi, köpek, kuş, balık, yadigarlar, müzik, bitkiler, hobiler, ne olursa. Eviniz sığınağınızdır. Tadını çıkartın.
Sağlığınızın kıymetini bilin. İyiyse üstüne titreyin. Bozuksa düzeltin. Siz kendiniz düzeltemiyorsanız yardım sağlayın.
Vicdan azabından uzak durun. Çarşı pazarda gezin, komşu illerde ya da dış ülkelerde dolaşın; ama sakın suçluluk, pişmanlık duygusuna yönelmeyin.
Sevdiğiniz insanlara onları sevdiğinizi söyleyin, hissettirin her fırsatta.
Unutmayın ki yaşam, aldığımız soluklarla değil, soluk kesen anlarla ölçülür.
George Carlin
Sevgili Çocuğum,
Seni uyurken seyretmek, nefes alışını duymak için sessizce odana girdim. Gözlerin kapalı, huzur içindesin. Sarı buklelerin melek yüzünü çerçeveliyor. Bir kaç dakika önce çalışma odamda çalışırken birdenbire içimin sıkıldığını fark ettim. Dikkatimi isime veremedim ve bu yüzden sessizce seninle konuşmak üzere odana geldim.
Bu sabah, yavaş giyindiğin için sabırsızlanıp, sana söylendim. Yemek fişini kaybettiğin için seni azarladım ve kahvaltı ederken gömleğine süt döktüğün için sana sert sert baktım. "Yine mi?" dedim, içimi çekerek ve başımı kızgınlıkla iki yana salladım. Sense bana bakıp, tatlı tatlı gülümsedim ve bana "Hosçakal, anneciğim!" dedin.
Öğleden sonra, sen odanda oynayıp, yatağına dizdiğin oyuncaklarına bağıra çağıra şarkı söylerken, ben telefon konuşmalarımı yapıyordum. Sana sessiz olmanı işaret ettim, sonra yine bir saat kadar telefonda konuştum. Daha sonra bir asker gibi sana emir verdim, "Oyalanıp durma, çabuk ödevini yap!" Bana "Peki, anneciğim." dedin ve hemen çalışmaya koyuldun. Sonra da odandan hiçbir ses gelmedi.
Aksam ben masamın başında çalışırken, korkarak yanıma geldin ve bana umutla, "Anneciğim, bu gece kitap okuyacak mıyız?" diye sordun. Sana kesin bir dille, "Bu gece olmaz." dedim, "Odan hâlâ karmakarışık! Sana kaç kez anımsatacağım odanı toplamanı!" Başın önünde, odana gittin. Çok geçmeden geri geldin ve kapının yanından bana bakınca, "Simdi ne istiyorsun?" diye sordum aksi bir ses tonuyla.
Hiçbir şey söylemedin. Yanıma geldin, boynuma sarıldın ve beni öpüp, "İyi geceler, anneciğim. Seni seviyorum!" dedin. Sonra da aceleyle odana gittin.
Daha sonra, duyduğum vicdan azabı nedeniyle, boş boş masama bakarak uzun bir süre oturdum. Acaba neden böyle davrandım, diye düşündüm. Beni kızdıracak hiçbir şey yapmamıştın. Sadece büyümeye ve öğrenmeye çalışan bir çocuk gibi davranmıştın. Bugün yetişkinlerin sorumluluklarla dolu dünyasında kendimi kaybettim ve sana harcayacak enerjim kalmadı. Bugün sen benim öğretmenim oldun, beni öpmeyi, bana iyi geceler dilemeyi unutmadın ve üstelik ruh halimin iyi olmadığını fark edip, parmaklarının ucunda gezindin.
Simdi seni uyurken seyrediyorum ve bugünü yeni bastan yasamak istiyorum. Yarın, ben de sana, bugün senin bana gösterdiğin anlayışı göstereceğim, böylelikle belki gerçek bir anne olabilirim. Uyandığında sana sıcacık gülümseyip, okuldan geldiğinde sana moral vereceğim ve yatmadan sana kitap okuyacağım. Sen gülünce gülüp, sen ağlayınca ağlayacağım. Kendime daha büyümediğini, bir çocuk olduğunu ve senin annen olmaktan mutluluk duyduğumu anımsatacağım. Bugün senin anlayışlı davranışın bana çok dokundu ve bu yüzden gecenin bu saatinde sana teşekkür etmeye geldim. Çocuğum, öğretmenim ve arkadaşım olduğun ve bana gösterdiğin sevgi için.
Diana Loomans
Bir kral sabah gezintisi sırasında bir dilenciye rastlar. "Dile benden ne dilersen" der. Dilenci güler ve "Sanki dileğimi gerçekleştirebilecekmiş gibi soruyorsunuz." diye yanıtlar. Kral alınır ve söyleşi koyulaşır.
- Pek tabii her dediğini yerine getirebilirim. Sen söyle hele, ne istiyorsun?
- Söz vermeden önce iki kez düşünün kralım.
Kral bastırır:
-Ne istersen verebilirim. Ben güçlü bir Kralım. Yerine getiremeyeceğim hiçbir dileğin olamaz.
Bunun üzerine dilenci, çanağını uzatır:
- Şu çanağı herhangi bir şeyle doldurabilir misiniz? diye sorar. Kral kahkaha atar ve vezirine çanağı altınla doldurmasını emreder.
Çanak dolup taşmakta ama anında boşalmaktadır. Paralar buhar olup uçmaktadır sanki. Kralın onuru kırılır. Bir dilenci çanağını dolduramadığı kulaktan kulağa yayılır. Giderek pırlantalar, elmaslar, yakutlar akıtılır çanağa. Ne var ki çanağın dibi yoktur sanki. Yer yutar ama boş kalır.
Kral yenik düşmüştür. Dilenciye yakarır:
- Tamam, sen kazandın. Dileğini yerine getiremedim ama ne olur bana çanağın neden yapılmış olduğunu itiraf et
- Çok basit, diye yanıtlar dilenci. İnsan dimağından yapılmıştır. Yani insanın arzu ve isteklerinden. Doymak bilmez oluşu bundandır. Bu gerçeği bir kez kavrarsan yaşantın değişir.
Aslında, insanlar konuşurken kulak kabartanlardan değildim.
Ama bir gece tam eve girecekken bunu yaptığımı fark ettim.
Karım, mutfakta yerde oturan oğlumla konuşuyordu.
Ben de kapının arkasından sessizce onları dinledim.
Galiba çocukların babalarının işleriyle hava attıklarını işitmiş.
Hepsi yönetici filanmış sonra sıra Bob’a gelmiş.
‘’senin baban hangi güzel işte çalışıyor?’’diye sormuşlar
Bob lafı biraz ağzında geveleyip ‘’O yalnızca bir işçi’’ demiş.
İyi yürekli karım, çocuklar gidene kadar beklemiş, sonra Bob’u yanına çağırmış
Gamzeli yanağına bir öpücük kondurmuş ‘’Beni dinle, oğlum’’diye söze başlamış.
‘’babam yalnızca işçi’’ dedin ve söylediğin doğruydu.
Ama bunun gerçek anlamını bilmiyorsun, galiba, ben sana anlatayım’’deyip anlatmış.
‘’Ülkemizi zenginleştiren bütün fabrikalarda
Tüm mağazalarda ve yükümüzü taşıyan koca kamyonlarda
Yeni inşa edilmiş bir ev gördüğün zamanlarda, o büyük işçileri yapanların
Sıradan işçiler olduğunu sakın aklından çıkarma!’’
‘’evet, yöneticiler temiz giysiler giyer ve otururlar güzel masallarda
Onlar eve tertemiz gelirler ve imza atarlar büyük anlaşmalara
Ama onların büyük hayallerinin gerçekleşmesi için gereken işleri yapanların
Sıradan işçiler olduğunu sakın aklından çıkarma!’’
Gözlerimi silip boğazımı temizledim ve girdim içeriye
Küçük oğlum yerden kalkıp üzerime atladı neşeyle
Boynuma sarılıp’’Baba,’’ dedi, bilsen ne kadar gurur duyuyorum seninle.’’
‘’Çünkü sen o büyük işleri yapan o özel insanlardan birisin.’’
Ed Peterman